12 Kasım 2011 Cumartesi

Stanley Kubrick Kimdir?



Bu yazımızda en başarılı ve özgün yönetmenlerden olan (ki kendisi "a man for all seasons" film eleştirimizde bahsettiğim üzere favorilerimden biridir) Stanley Kubrick hakkında bazı az bilinen gerçekleri anlatmaya çalışacağız. Kendisini hiç filmlerden anlamayanlar bile bilir ve onun filmlerini iyi film referansı olarak kullanır ama anlaşılamama sıkıntısından hiç kurtulamamıştır kendisi. Sürekli yeni teknolojiler ve fikirler deneyen kubrick, yaptığı her yeni filmde izleyicisini şaşırtabilmiştir. Ama artık onun zamanı, daha doğrusu kült film yapanların zamanı doldu. Zamane insanının izlediklerine bakacak olursak bunu net olarak anlayabiliriz. Zaten milenyumdan sonra da elle tutulur bir kült film göremedik.


1928 yılında Bronx’da doğan Kubrick’i, hobi olarak natürmort fotoğrafla tanıştıran, doktorluk yapan babasıydı. Taft High School’da sınıf fotoğrafçısı olarak genç yaşta göze batmaya başlamıştı. 68 not ortalamasıyla mezun olduğu için, yurda dönen askerlerle yarışamadı ve üniversiteye giremedi. Look dergisi, kendi deyimiyle ona acıdığı için Kubrick’i fotoğrafçı olarak işe aldı. Kubrick sinema dünyasına iki belgesel filmle adım attı. Yirmi beş yaşındayken ilk uzun filmi olan “fear and desire” ı yaptı. Film 9 bin dolar, artı 30 bin dolara mal oldu, çünkü kubrick müziği nasıl halledeceğini bilmiyordu. İlk dört uzun filminden hiç para kazanamadı. Kimi hayranlarının hala kubrick’in en iyi filmleri olarak kabul ettiği “the killing” ve “paths of glory”den de tek kuruş kazanamamıştı.


Kubrick’in sevmediği tek filmi "Spartacus" idi. Bu filmi devraldığını söylüyor. Yönettiği diğer bütün filmleri, mevcut standartlarının belirlenmiş sınırları içinde kendine uydurmayı başardı. Keşke "lolita" biraz daha erotik olsaydı diyor mesela. Filmlerinin algılama ve sonlandırma arasındaki zaman 3-5 yılı buluyor. Bu kısmen, Kubrick’in filmin bütün sanatsal ve finansal bağlantılarıyla bizzat kendisinin ilgilenmek istemesinden kaynaklanıyor. Kubrick de Fellini gibi filmlerinin tek sorumlusu ve yöneticisi olmak istemişti. Onun kadar beceremese de yine de kendi hayallerini (yapmak isteyip de yapamadığı bir iki film haricinde) gerçekleştirmeyi başarabildi.


Amerikan sinema endüstrisinin stüdyo sisteminde çok az film yönetmeni, stanley kubrick’in elde ettiği özgürlükle çalışma fırsatına sahip oldu. Kubrick zaman içinde film yapımcısı olarak uluslararası bir öneme sahip olurken, filmlerinde ön planlama ve senaryo yazımı aşamasından post-prodüksiyona kadar her şeyi kendisi yöneterek, filmlerinin bütün sanatsal denetimini elinde tuttu. Kubrick, büyük stüdyoların ona tanıdığı geniş sanatsal özgürlüğü rahatça kullanabiliyordu, çünkü mesleğini sıfırdan öğrenmişti. Film çekme tekniklerini kendi kendine öğrendi, bir film stüdyosunda çıraklık ya da daha alt düzeyde işler yapmadı ve bu konuda film yönetmenleri arasında neredeyse bir benzeri daha yok. Büyük stüdyolar için film çekmeye başladığında, sinema sektörü tarihinde nadir görülen bir özgürlüğe sahipti.


Henüz kariyerinin başlarındayken onunla röportaj yapan sezgileri kuvvetli gazeteciler, kubrick’in orson welles’den bu yana gördüğü, hayal gücünü kameraya yansıtma konusundaki en başarılı yönetmen olacağını söylüyorlardı. Belki de orson welles’in sık sık tekrarladığı, “genç kuşak içinde kubrick bir dev gibi karşıma çıkıyor” gözlemini dile getirmekteydiler.


Yaratıcılığıyla beraber her filmde farklı bir şeyler deneme dürtüsü de kendisini diğerlerinden farklı kılabilmişti. Yani kendisinin filmlerine baktığınızda devam niteliğinde olmasını geçtim  az  biraz ilişkilendirebileceğiniz iki filmi yok. Filmleri ise şunlar: "fear and desire", "killer’s kiss", "the killing", "paths of glory", "spartacus", "lolita", "dr. strangelove or: how I learned to stop worrying and love the bomb", "2001: a space odyssey", "a clockwork orange", "barry lyndon", "the shining", "full metal jacket"  ve son filmi "eyes wide shut". Bu filmlerden "2001" ve "a clock work orange"a değinmiştik. "Dr. strangelove"a da ileride değinebiliriz. Dediğimiz gibi çoğu yönetmenin aksine bir alanda film çekme çabasından yoksun olan kubrick aklına ne gelirse, o ara hangi kitabı okuyup etkilendiyse filme çekmiş. Ama artık devir, onun devri değil. Şu dönemde sinemalarda onun yaptığı bir film fazla izlenmez. Kurtlu vampirli bir kült yapsa belki izlenebilirdi.


Kubrick’in kariyeri boyunca dile getirdiği görüşlerdeki tutarlılık açıkça gözlemlenebiliyor. Yıllar içinde onlarca farklı gazetecinin filme çekeceği eseri nasıl seçtiği konusundaki sorularına verdiği cevap hep aynı oldu. Filmini çekeceği bir eser bulmak için oburcasına okuyor, hayal gücünü etkileyecek bir hikaye bulana kadar dek durmak bilmiyordu. Bu yüzden, tuhaf olaylarla ilgili bir eser ararken, onlarca korku romanını dikkatle okumuş, onu memnun etmeyenleri çalışma duvarına fırlatıp atmıştı. Ama hikayeyi sevince de acımayıp defalarca o kitabı okuyor, sağ ise yazarıyla temasa geçiyor ve senaryo hazırlıklarına başlıyordu. Bunun en güzel örneklerine "shining", "a clockwork orange" ve "2001: a space odyssey"de şahit olduk.


Kubrick, gerçek bağımsızlığın ancak yönetmenin büyük stüdyolardan mümkün olduğunca uzak durmasıyla elde edilebileceğini söylüyor. Bu sözleriyle yönetmenin, para istemek amacıyla büyük stüdyolardan birine gittiğinde elinde tamamlanmış bir senaryo, mümkünse seçilmiş ve sözleşmeleri imzalanmış oyuncular olması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Elinizde bundan azı olduğunda bir sürü müdahalenin ve kontrol kaybının yolunun açılacağı muhakkaktır. Yönetmenin elinde en az bir tanınmış yıldız olmalıdır ve diğer muhtemel oyuncuların listesini de kısa tutmalıdır; kubrick, “on beş erkek ve sadece yedi kadın” demişti. “bu şunu anlatır”, diye de özetliyordu, “senaryo bitene, bir yıldız oyuncu bulana ve düzgün bir sözleşme imzalanana kadar bağımsız kalmayı talep ediyorsunuz”. (kubrick, düzgün diyerek yönetmenin kontrolünün sözde kalmayacağı bir sözleşmeden bahsediyor)


Kubrick, günümüz Hollywood yönetmenleri arasında malzemesiyle en iç içe olan yönetmenlerden biri. Bütün filmlerinde senaryonun ya baş ya da tek yazarı  (paths of glory filminin orijinal taslakları ona ait , sadece calder willingham bunların üzerinde çalışmış) ve filme çektiği malzemesinin ana kurgusunu ya kendisi yapıyor ya da kurguyu yönetiyor. "Killer’s kiss" filmini hem yönetti hem de görüntü yönetmenliğini yaptı. "Paths of glory" filminde saldırı sahnelerinden birinde kameramanlığı üstlendi. Bu yüzden, filmlerinin taşıdığı o güçlü bütünlük ve samimiyet duygusu hiç şaşırtıcı değil. Elbette bütün kontrolün tek bir kişinin elinde olması böyle bir sonuç alınmasını temin edemez, kişi tereddüt içinde de olabilir. Fakat kurulların hazırladığı filmlerde bu duygular çok nadiren yakalanır.


Kubrick’in filmlerinde alışılmadık bir entelektüel hava sezilir; fakat bu kasti bir unsur olmaktan ziyade kubrick’in tarzının bir ürünüdür. Kubrick elbette, filmlerin herhangi bir konuya katı bir ifade anlatması noktasında bir entelektüellik taşımasını istemiyor. “örneğin , "paths of glory"nin felsefi anlamını sözcüklerle özetleyemem. Filmin amacı izleyiciyi bir deneyimin içine çekmek. Film insan duygularını ve tecrübenin parçalanmasını anlatıyor. Bu yüzden, filmin anlamını sözcüklerle anlatmaya çalışmak yanıltıcı olur.” Bu açıklamanın benzerlerini ve “filmde ne anlamalıyız” tarzı sorulara,  daha katı ifadeli cümleleri  (diğer filmleri için de) söylediğini biliyoruz. "2001 : a space odyssey" bunun en güzel örneğidir.


Kubrick’in bir başka önemli özelliği de satranç oynama hevesi. Çoğu film çekimlerinde oyuncuları çileden çıkartırcasına sabahlara kadar satranç oynadığı, oynattırdığı söyleniyor. Ve bu hastalığı sinemaya girmeden önce olan bir alışkanlığı. Kubrick o dönemlerde Washington square‘de para karşılığında satranç oynayarak kendine küçük bir kazanç sağlamaya çalışıyormuş. Altıncı caddedeki altıncı sokakta oturuyor ve güzel günlerde macdougal ile west fourth sokaklarının yakınındaki beton satranç masalarından birinde yerini alıyormuş. Akşam olduğunda sokak lambalarının birinin yanındaki masalara geçermiş. Tıpkı kubrick gibi oraya her gün gelen ve on iki saat boyunca satranç tahtasının başında oturup sadece yemek yemek için ara veren yaklaşık on müdavim varmış. Kubrick kendini güçlü rakiplerin arasında görüyormuş. Etrafta çaylak ya da yarı çaylak olmadığında, müdavimler para karşılığında birbirleriyle oynuyorlar ve birbirlerinin yeteneklerindeki eksiklikleri ortaya çıkarmak için türlü numaralara meylediyorlarmış. En iyi oyuncu, arthur feldman, kubrick’e bir piyon vermiş ve kubrick’in hatırladığı kadarıyla onun parasını alamamış. Müdavimler Usta’yı yarı çaylak olarak görüyorlarmış; parlak fakat değersiz, daha düşük seviyeli çaylakları tuzağa düşürüp, mümkün olan en hızlı şekilde kazanmayı ve parasını alıp bir sonraki müşteriye yönelmesini garanti altına alan numaralarla dolu oyunlar oynuyormuş.


O günlerde, kubrick’in satranç oyunculuğu mesleği, şimdiki işi olan film yapımı gibiymiş. Nitekim kubrick, yirmi yedi yaşındayken, look dergisinde dört yıllık kadrolu fotoğrafçılık, hemen ardından beş yıllık yönetmenlik kariyerini arkasına almış durumdaydı; iki kısa, iki de uzun film çekmişti: "fear and desire" (1953)  ve "killer’s kiss" (1955). Bütün sosyolojik etkenler, kubrick’in sinema sektörüne asla adım atmaması gerektiğini gösteriyor. Ataları Avusturya–Macaristan’a dayanan, amerikan yahudi bir aileden geliyor. Babası ise doktor. Kubrick, Bronx’un rahat orta sınıf çevresinde büyümüş. Eğer her şey yolunda gitseydi, kubrick doktor ya da fizikçi olurdu; okulda az da olsa ilgi gösterdiği tek ders fizikmiş. Taft high school’da dört istikrarsız yılın ardından, üniversitelerin yurda dönen askerlerle dolduğu 1954 yılında düşük not ortalamasıyla mezun olmuş. Böyle bir karneyle abd’de hiçbir üniversite onun başvurusunu dikkate bile almazdı. Her şey bir yana, kubrick bir yıl ingilizce’den kalmıştı ve dersi yaz okulunda vermişti. Kubrick lisedeki İngilizce derslerini, kitabın arkasına saklanmış otururken, öğretmenin “bay Kubrick, silas marner kapıdan çıkınca ne gördü?” diye sorduğu ve ardından kubrick’in silas maner’i ya da başka herhangi bir kitabı okumamış olmasından dolayı uzun sessizliklerin geldiği dersler olarak hatırlıyor. Belki de bu günlerin intikamını almak adına ilk yönetmen olduğu andan itibaren delicesine her türden kitabı okumaya başlayacaktı. Büyük ihtimal sevdiği işi yapmanın verdiği bir azimdi bu.


Kubrick on iki yaşındayken, babası ona satranç oynamayı öğretmiş. On üç yaşındayken de kendisi fotoğraf makinelerine çok düşkün olduğundan oğluna ilk fotoğraf makinesini hediye etmiş. Kubrick, o sırada caz davulcusu olmayı hayal ediyor ve bu teknikleri ciddi şekilde çalışıyormuş, fakat kısa süre sonra fotoğrafçı olmak istediğine karar verip, ders çalışmak yerine fotoğrafçı olmak üzere kendi kendini eğitmeye başlamış. Liseden mezun olduğunda look dergisine iki fotoroman satmış durumdaydı; bunlardan birisi, ironik şekilde, taft’da İngilizce öğretmeni olan ve sınıfta oyunları canlandırarak kubrick’in şekspire ilgi duymasını sağlayan aaron traister’le ilgiliymiş. Kubrick liseyi bitirdikten sonra city college’da akşam okuluna kaydolmuş, doğrusunu isterseniz, B ortalama yapıp örgün üniversite derslerine geçiş yapmak istiyormuş, fakat henüz derslere gitmeye başlamadan yeni, ilginç fotoğraflarla look’un kapısını çalmış. Kubrick’in akademik sorunlarını duyan derginin fotoğraf editörü Helen o’brian, ona look’da stajyer fotoğrafçı olarak işe başlamasını önermiş. Derken oradan da sinemaya merak sarmış ve kendisini büyük riske atarak tüm farklı iş tekliflerini reddetmiş.


"Killer’s kiss"in eş yapımcısı, bronx’da bir eczane sahibi olan Kubrick’in akrabası, morris bousel’miş. 1955 yılında gösterime giren bu film de herhangi bir kazanç getirmemiş, beş parasız ve bousel’e borçlu olan kubrick bir çeyrek karşılığında satranç oynamak üzere Washington square’e geri dönmüş. Sonrasında o günleri hoş bir anı olarak hatırlayan kubrick filmlerinde artık hatırı sayılır paralar kazanabilmişti tabi satranç da onun hiç bırakmadığı eski bir dostu. O eski sokak satrancı oynayan arkadaşlarıyla görüşmüş mü bilmiyoruz belki bir kaçını filmlerde oynatmıştır. 


Peki bu çok tartışılan adamın inançları neyle alakalıydı? Bazı filmlerine özellikle son filmi olan "eyes wide shut"a pek çok komplo teorisi yazıldı. Şu da bir gerçek ki kendisini bir sınıfa soktuktan sonra filmi izleyince illaki ilişki kurulabilecek malzemeler çıkıyor, ama kendisinin evrim teorisini desteklediği ve tek tanrı inancına sahip biri olmadığını biliyoruz. "2001" filminin felsefi yönüne dair bir soruya (2001 dini bir film miydi?) şöyle cevap veriyordu: “2001’in merkezinde tanrı kavramının olduğunu söyleyebilirim; ama bu, tanrı’nın geleneksel, insan biçimindeki imgesi değil. Ben dünyadaki hiçbir tektanrılı dine inanmıyorum…” kendisiyle ilgili özellikle inanışları ve filmlerinde vermek istediği gizli mesajlarla ilgili pek çok farklı teori mevcut. Bu teorilerden bazıları gerçek de olabilir ama bana göre kendisi ateist olmasından öte başka mistik topluluklara üye veya hizmetli olduğunu düşünmediğim bir şahıs, oladabilir çok daha önemli hadise değil. Daha önce de dediğimiz gibi bizden sonrası onun ve benzerlerinin filmlerini izlemeyecek, izlese de sıkılacak.


Filmlerinin izlenmesi demişken, bazı insanların stanley'e taparcasına yaklaşmaları gerçekten güldürücü. Kendisi disiplinli ve azimli olmasının yanı sıra geniş hayal dünyası olan bir adam ayrıca filmleri bir kere izlendikten sonra bir daha izlemeyi gerektirmeyecek kadar sıkıcı olabiliyor. Ayrıca bazı insanların onun filmleri hakkında eminim ki kubrick'e sorsalar dahi höt diyeceği derecede felsefe yapmaları da hem komik hem de küçük düşürücü. Bana göre birisinin en sevdiği fimleri arasında kubrick’in filmlerinden biri varsa o arkadaş bir ihtimal yalan söylüyor olabilir. Çünkü bir kişinin yaşamını, hayat felsefesini, arkadaşlıklarını  ve hedeflerini bilmeden o kişinin yapıtlarını sevmenin bir faydası olmadığını düşünüyorum.

Stanley Kubrick'in filmlerinin afişleri(zincirleme isim tamlaması)

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder